30 Mayıs 2012 Çarşamba

Olmasaydı Sonumuz Böyle

28 Aralık 2011 günü Hava Kuvvetlerimizin yanlış istihbarata dayanarak Uludere'de bir faciaya imza atmasının üzerinden 5 aydan fazla bir süre geçti. 5 ayda soruşturmayla ilgili olarak kağnı hızıyla dahi yol kat edemeyen post-kemalist iktidar Uludere'yi unutmak, unutturmak, yok saymak için olağanüstü bir çaba gösterdi.

Kafasını kuma gömerek teröristi çoban, çobanı terörist gören askeri aklamanın fırsatını kolladı. Mahallenin kontrolünü ele geçiren iyi çocuklar hata yapmaz, bir hata yapılsa da örtbas edilir, medyaya sansür uygulanır, söylenen her yeni veciz sözle -her kürtaj bir uluderedir gibi- yeni bir tartışma başlatılırdı nasılsa.

Ama öyle olmadı.

Uludere faciasının hemen ertesinde paylaşılan istihbaratın aslından hava destekli nokta operasyonları durdurmak, örgütün sahada aldığı darbenin psikolojik ve fiziki tesirini azaltmak, örgüte toparlanacağı bir zaman kazandırmak amacı taşıdığını anlamak için MİT'in hedef gösterilmesi yeterli bir karine olmuştu aslında. Başbakanın kurduğu ekiple teröristle mücadele, terörle müzakere sürecindeki etkin politikası bazı çevreleri rahatsız etmiş, giderek mutlaklaşan iktidarı özellikle de Kürt halkı nezdinden açığa düşürmek için iyi organize bir plandı. Örgütün üst düzey yöneticilerinin grup içerisinde yer aldığına dair alınan istihbarata duyulan güvenle verilen ani karar, 34 sivilin ölümüyle sonuçlanmakla kalmamış, operasyonlar hız kesmiş, iktidar prestij kaybına uğramış, başbakanın siyasi manevra alanı daralmıştı. Mit başkanının kck operasyonlarından dolayı ifadeye çağrılmasıyla iyice aleni hale gelen iktidar-cemaat sürtüşmesini, uludere'de ilk andan itibaren mit'in hedefe konmasıyla yine başbakana zımnen cemaatin desteklediği başka odaklarca bir mesaj taşıdığını anlamamız için yetti de arttı bile. Hedef apaçık Başbakan'dı artık.

Başbakan mesajı almış, Uludere'nin sabahına uyandığımızda medya susmuş/susturulmuş, hükümet kanadı belki ölenlerin içlerinde üst düzey örgüt mensubu çıkar düşüncesiyle vicdansızca beklemeye devam etmiş ve nihayetinde uludere'de hiç haketmedikleri bir hak bdp'ye adeta hükümet tarafından altın tepside sunulmuştu. Pkk bayrakları tabutların üzerine örtülmüş, devletin kaymakamı kışkırtılan bir grup tarafından linç edilmiş, cumhuriyet tarihinde bir kez daha devletin varlığı 90'ların başında olduğu gibi fiilen bölgeden silinmişti.

Hükümet, Fehman Hüseyin'in ölüsü üzerinden masumların katlini meşrulaştırmanın yolunu gözlerken, devlet zaafa uğratılmıştı. Pire için yorgan yakmak artık hukuk devletinin karinesi olmuş, örgüt mensubu olmadıkları anlaşılan kişilerin ölümü zaten kaçakçılardı diyerek meşrulaştırılmaya çalışılmıştı.

Oysa olayın ertesi sabahında Başbakan bölgeye gitseydi, ekranlardan yarım ağızla özür dilemek yerine o insanların gözlerinin içine bakıp, samimiyetle yanınızdayım, ilgililerden hesabını soracağız deseydi, cenazelere katılıp aynı safta omuz omuza halkının yanında dursaydı, aynen annesinin cenazesinde yaptığı bütün içtenliğiyle Kuran-ı Kerim okusaydı bütün planları tersine çevirmekle kalmayacak, bölgedeki ağırlığını ve etkinliğini arttıracaktı.

Erdoğan'ın öngörülemezliğinden bahseden siyasi analizlerin aksine planı kurgulayanlar, Erdoğan'ın tüm adımlarını adeta planlarcasına tahmin ederek Kürt meselesinde tarihi bir kırılma daha yarattılar.

Asıl sorulması gereken soruyu hep gözden kaçırdık bugüne kadar ama sormamız lazım. Erdoğan'ı bu kadar iyi analiz edenler gerçekten Erdoğan'dan rahatsız olanlar mı yoksa mutlak iktidarın yarattığı bir körleşmeyle Başbakan bizzat yakın çevresi tarafından adım adım tasfiyeye doğru mu götürülüyor yeni bir dolmabahçe mutabakatıyla ?

Son dönemdeki olayları analiz ettiğimde Başbakanın, rahmetli Menderes'in düştüğü hatalara düştüğünü görüyor ve buradan kendisine hiç oy vermemiş bir insan olarak samimiyetle sesleniyorum :
İnsanı özgürleştirmeden devleti dönüştüremezsiniz. İktidarınız ne kadar mutlak olursa olsun, -isterseniz başkanlık sistemiyle 8 yıl daha yönetin bu ülkeyi- insanın fikren yok sayıldığı, kendiniz gibi düşünmeyenlerin ötekileştirildiği, kitlelerin hassasiyetleri üzerinden kamplaştırıldığı bir ülkenin hiç kimseye faydası olmaz. Ali Akel'den Nuray Mert'e, Ece Temelkuran'dan Bekir Coşkun'a kadar herkese tahammül gösterilip fikirlerin özgürce tartışıldığı bir Türkiye'de emin olun en başta siz rahat edeceksiniz. Öldürüp tazminat vermekle temize çekildiğini, huzura erdiğini düşündüğünüz vicdanlar ancak insanlığın öldürüldüğü coğrafyalarda soluklanabilir. Burası ilk kanın döküldüğü Mezopotamya olsa bile, biz ölerek özgürleşen değil konuşarak çözüme ulaşan bir aklın çizgisinde yol almaya devam edeceğiz. Çok geç olmadan 3 kasım 2002'deki çizgiye çekilmenizi temenni ediyor ve samimiyetinize inanarak size bir Ahmet Kaya şarkısı yolluyorum.