8 Ekim 2011 Cumartesi

'Huzur'suz Sonbahar, Özcan Alper ve Tanpınar

Yumuşayan ışıkla uysallaşan gökyüzünün akşamüstleri bakır rengine döndüğü kızıl bir mevsimin başlangıcındayız. Mahcup güneş, ürperen boğazda, tenhalaşan kır kahvelerinde, loş cami avlularında, solgun tabiatta, telaşlı insanların koşturduğu kalabalık caddelerde, cilveli seslerin uğuldadığı renkli çiçek pazarlarında, gümüşi pullarıyla parıldayan balıkların dizildiği ıslak tezgâhlarda kırılarak dolaşmaya başladığında en sevdiğim iklime kavuşmuş olacağım.

Birkaç gün sonra, bütün günahları temizlemeyi seven eylül, hepimizi birazcık daha ağaran saçlarımızdan okşayarak bağışlayacak. Biliyorum, hep öyle yaptı.

Dönüşü olmayan mahmur yaz aylarının masalsı zamanından sıyrılıp zarafetle canlanan bu 'hülyalı' mevsimi hep sevdim ben.

Doğrusu neden ona hüzünlü dediklerini pek anlamam. Bütün iklimlerin prensesi olan sarışın sonbahar serseri kız kardeşim gibiydi bir zamanlar. O yaklaşırken geleceğe dair hayallerim köpürürdü, heyecanlanırdım.

Yılların hoyrat kaybını yılbaşlarında sorgulayanların tersine sonbahar benim için her daim kendisini yenileyen hayatın başlangıcı oldu. Malum, eylülle birlikte şehirler canlanır. Sanıldığının aksine fena halde şımarık olan bu mevsimde insanlar yeni kitaplar, filmler, oyunlar, sergiler hakkında konuşmaktan, farklı işler, arayışlar peşinde koşmaktan, taze ümitlerle beslenmekten hoşlanırlar. Ben de böyleydim.

Bir tatil günü canınızı sıkmak istemem ama artık tam böyle hissetmiyorum.

Bu türden fazla 'şeffaf yazılar yazdığım vakit, hiç değilse söylenen yakınlarımı memnun etmek için daha 'neşeli' bir ruh haliyle yazabilmek isterdim lakin o ben değilim.

Affetsinler. Bu aralar yazma fikrine de pek bayılmıyorum zaten.

Kadın güzelliğinin iki büyük şartı...

Hatırlıyorum, senenin belli zamanlarında okumaktan hoşlandığım yazarlar vardı. Belki İstanbul ve Boğaz hakkında yazdıklarının şefkatli iklimi sonbahara çok yakıştığı için Tanpınar'ın dünyasını hiç bıkmadan kurcalamayı severdim. Özellikle de Huzur'u.

Daha gençken onun 'Lodosa, Sise ve Lüfere Dair' yazısını ima ederek "Hadi balığa, lüfer bayramı başladı" diyerek birbirimize takılırdık. Sonra Boğaz balıkçılarında kıkırdayarak sohbet ederken Ahmet Hamdi Bey'in 'kadın güzelliğine' dair o ironik cümlelerini ezberden şiir okuyan çarpıntılı çocuklar gibi sayıklardık: "Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz'da yetişmek. Üçüncü ve belki en büyük şartının tıpkı tıpkısını Nuran'a benzemek; TUrkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak, karşısındakine onun gözlerinin ısrarıyla bakmak, kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak...." Buna benzer 'şifreli' alıntılara, edebiyat sohbetlerine, Boğaz'da genişleyen lacivert j akşamlara yayılan teklifsiz sevdalara, denizin dibine saplanan sarhoş duygulara, puslu bir gelecek tasavvuruna eşlik eden 'ümitli sonbaharlarımız'vardı. Muhtemelen hâlâ vardır ama bir şeyler kırılıp, dağıldı sanki.

Onun ne olduğunu tam bilmiyorum.

Hissettiklerimi biraz da gönülsüzce yazarken anlamaya çalışıyorum bu tuhaf değişikliği...

"Burası da başka türlü bir hapishane..." 



Geçenlerde son yıllarda gördüğüm en hakiki filmlerden birisi olan Sonbahar'ı ikinci kez izlerken hiç beklemediğim bir sahnede durduk yerde ağlayınca ben bile şaşırdım.

Bir siyasi davadan 19 yaşında içeri girip on yıl kaldığı hapishaneden sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilen Yusuf, yuvasına döndüğünde köydeki gençlik arkadaşlarından birisiyle sohbet ediyordu.

"Benim, ne yaşadığım malum. Sen ne yaptın bunca zaman" diye sordu Mikhail'e. "Hiç, üniversiteyi kazanamayınca babamın yanında çalışmaya başladım. Üç beş ay derken on sene geçti gitti a... koyayım" dedi.

O, Yusuf un "Hayattan bizim payımıza da bu düştü diyen" öteki arkadaşının tersine, (I tevekkülle kabullenemeyenlere has o isyankâr, küfürlü diliyle zehrini aniden, en içten haliyle kusuverdi. Sonra ekledi: "Bu da başka türlü bir hapishane işte!" Şimdi haliyle "Ne var bunda" diyebilirsiniz.

Bilmiyorum, arzuladıkları hayata kavuşamayanların o keskin diline filmin kederli atmosferi içinde çıplak bir ruh haliyle yakalanmak beni biraz sarsmıştır belki de.

Filmin esas karakteri YusuPu seyrederken onun gibi 'beklentisizliğiyle', paslı durgunluğuyla 'kaybolmayı' tercih edenleri düşündüm.

Yusuf, Karadeniz'deki ormanların içinde sarp, sisli dağlara tutunarak yaşadığı evinde herkesten gizlediği sonunu bekliyordu. Evin önündeki tahta sedirde annesinin üzerine örttüğü battaniyenin altında uysal bir kedi gibi uzanırken yorgun suskunluğunu kendisinden bile gizledi. Epeydir alışmış olduğu 'tutsaklıktan' etrafındaki sesleri duyamayan Yusuf, sadece tabiatı dinlerken huzura kavuşuyor gibiydi. Sonra bir gün hızla sürdüğü kamyonundan inip içinde biriktirdiği bütün özlemleri, kızgınlığı, hayal kırıklıklarını koca bir dağa doğru haykırdı. Sesler parçalanıp vadinin içindeki nehre parça parça döküldü. Bir ara onun gibi bağırabilsek, hakiki sesimiz dağlarda yankılanıp yüzümüze soğuk rüzgârlar gibi çarpsa, geçer mi bu küflü sıkıntı acaba, diye düşündüm.

Gökyüzünde salınan sahipsiz bir uçurtma gibi...

Yusuf hayatının 'sonbaharında' Rus bir kadını sevdi. Elka, ona "Sen şimdiki zamanda yaşamıyorsun, Rus romanlarından çıkmış gibisin" diyordu. Biraz alaycı ama fevkalade yerinde olan bu tespit, bir insanın hayata nasıl yabancılaşabildiğini gösteren duyduğum en acıtıcı cümlelerden birisiydi.

Belki on sene önce izlesem Özcan Alper'in telaşsız, sahih, hiç aksamayan bir sinema diliyle anlattığı bu şiirsel hikayenin sadece görsel cazibesine ve politik yanına takılır, beklemekten yorulup dünyadan vazgeçmiş bir insanın trajedisini, hayatla vedalaşırken sessizce yok oluşundaki zarafeti hissedemeyebilirdim.

Ama artık bunca yanık kokan tecrübeden sonra o kırılmayı görebiliyorum. Bildiğimiz dünyada geleceğe sırt çevirip, dağların hırçın yalnızlığına sığınarak var olunam iyor.

Gökyüzünde salınan sahipsiz bir uçurtma gibi 'kaybolarak' hayatın nöbetini tutmak da mümkün değil. Diyorum ki, bu aralar kulübesindeki odun sobasının dibinde, televizyondan Çehov'un Vanya Day/'sını izleyen Yusuf gibi ağırlaşan gözlerimi usulca aralasam. İnsanları, hayatı, korkularımı, geçmişi, geleceği unutsam. Rus romanlarında dolaşan Yusuf gibi bir süre sadece oyunun son perdesinde konuşan Sonya'yı dinlesem: "Ne yapabiliriz, yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz.

Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orda, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz. İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbime, tutkuyla inanıyorum." 



Esra Yalazan


30/08/2009- Taraf

Hiç yorum yok: